25 Temmuz 2012 Çarşamba

October Swimmer- On The Road: Gun 2 Eindhoven-Budapeşte



25/06/2012, Budapeşte

Evet tatil demek, yol demekti benim için, ancak bazı günler yol tatilin önüne geçiyordu. Bu gün de o günlerden biriydi.

Amsterdam'da hiç tavuk görmedim, ama emin olun olsalardı bir önceki gece hepsi benden geç uyurdu. O kadar erken uyumuşken sabahın köründe kargalardan önce kahvaltımı yapıp(Nerden girdiysem bu kuş metaforlarına...) sırtımda çantamla yoluma devam etmeye hazırdım. Saat 10 treniyle Eindhoven'a geçtim, oradan da hiç oyalanmadan havalanına...

Amsterdam'ın nemli karşılamasını Budapeşte görmüş ve arttırmış, beni sağanak yağışla karşılamıştı. Çelebi şirketinin işlettiği Budapeşte havaalanının saçmalığı da üstüne gelince Budapeşte'ye oldukça ıslak bir başlangıç yaptığımı söyleyebilirim. zira uçak indikten sonra o yağmur altında apronda 500 metre kadar yürümek zorunda bırakılmıştık.

Couch Surfing'den bulduğum ev sahibim Krizstina, yolu çok iyi şekilde tarif etmişti. Ben de o tarife uyarak havalanından, önce 200E otobüsüyle ile mavi metronun son durağı Kobanya Kispest'e oradan mavi hatla Deak Ter istasyonunda hat değiştirerek kırmızı hatla Szell Kalman Ter istasyonuna ulaştım. Metrodan çıktıktan sonra 5 dakika yürüme mesafesinde, Ostrom Utca(sokak)'da evi bulabildim. 

Yıllarca geziler planladım. Şimdiye dek kiralanan evlerden, otellere, kamp alanlarına dek her türlü konaklama deneyimini yaşamış olmama rağmen, hiç Couch surfing denememiştim. Nihayet uzun uğraşlardan sonra, bu 3 günlük Budapeşte macerası için gözümü karartıp kendime bir adet kanepe buldum. Beni ağırlayacak olan Krizstina orta yaşlı, defalarca Türkiye'ye gelip gitmiş bir biyolog. Oldukça ferah ve temiz bir eve sahipti. Bana yedek bir anahtar vermesi, hatta sabahları işe giderken benim için kahvaltı hazırlayıp masaya bırakması... Zaten pek tanımadığım insanların evlerinde kalırken tedirginlik yaşayan beni fazlasıyla mahçup etmeye yetiyordu. Özetle ilk couch surfing deneyimim yeterince iyiydi. Bundan sonra da bir seçenek olarak akılda tutmakta fayda var.

Evde kurulanıp bir süre dinlendikten sonra Krisztina'nın bana verdiği şehir rehberini de çantama atıp dışarı çıktım. Biraz önceki yağmurlu hava yerini hoş bir yaz esintisine bırakmıştı. Metroya atlayıp Blaja Lujza istasyonunda indim ve yine couch surfing vasıtasıyla tanştığım ve orada yaşayan Serkan'la buluştuk.  Serkan, Amerikan dili edebiyatı mezunu, ancak okuldan sonra bir şekilde kendini Budapeşte'de macarca öğrenirken bulmuş ve sonra da orada kalmış. Şimdi ise bir telekomunikasyon firmasında çalışıyor.

Önce yemeğe gittik, (elbette)turistik olmayan bir restoranda oranın mutfağını denedim. O çok meşhur Gulaştan yedim-Bizim Diyarbakır'ın tırşik'inin elbette eline su dökemez- Yemekten sonra, takip eden günlerde defalarca gezeceğim caddeleri-meydanları yürüyüp, biraz içip muhabbet ettikten sonra son metroya yetişip evimin yolunu tuttum.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

October Swimmer- On The Road: Gun 1 Amsterdam


24/05/2012, Amsterdam

Sabah 5'te uyanarak basladigim ucak yolculuklari serisi nihayet yerel saat 1 gibi sonlanmis ve ben yine, yeniden kendimi Amsterdam Schipol havaalaninda bulmustum. Böylece 3. Amsterdam seferi başlamış oldu. Bu seferki sadece bir gün sürecekti, ama olsun...

Vakit kaybetmeden trene atlayip sehir merkezine geldim. Trenden indigim an Amsterdam her zamanki gibi beni soguk ve yagmurla karsiladi. 10 dakika mesafedeki hostelime yuruyene dek sirilsiklam oldum. Hostele yerlesince daha önceden sözleştiğim ve orada yüksek lisans yapmakta olan Nil Hanım'a, mesaj attım ve saat 15.30'da Dam meydanındaki fallik heykelin(kendisi 2. dünya savaşındaki Hollandalı şehitler için dikilmiş ama) altında buluşmak üzere sözleştik.


Amsterdam beni şaşırtmamıştı, 3 yıldır hep aynı havayla karşılaşmama zaten artık şaşıramazdım. Hava tabi ki yağmurlu ve soğuk olacaktı. Atın ölümü arpadan olsun diyerek kendimi hostelden dışarı attım ve ıslana ıslana karnımı doyurmak için Muntplein'deki La Place'a gittim. İki Türk'ün servis ettiği yemeğimi aldıktan sonra Türk kasiyere para ödeyip üst kata yemeğimi yemek için çıktım. Dünya Türk olmuştu bile.

Nil tam vaktinde geldi. Bir kaç dakika heykel üzerine daha önceden yaptığımız geyikleri devam ettirdikten sonra ilk durağımız, Nieuwe doelenstraat üzerindeki Café de Jaren'e geçtik. Mekanın, bizle ilgilenen garson hariç hiç bir kusuru yoktu. Büyük pencerelerden içeriyi aydınlatan güneş ışığı, genişliği, ferahlığıyla ve tabii ki güzel kanal manzarasıyla fazlasıyla övgüyü hakediyor. Biradır, nane çayıdır bunlar içildikten sonra yağmurun da kesilmesinden cesaret alarak bir miktar yürüdükten sonra Handboogstraat'taki başka bir mekana girip bir süre de orada vakit geçirdik.

Başta mantıklı ve anlamlı konuşurken daha sonra, kimi zaman bazı cümleler tamamlanamadı. Bazıları ise kahkahayla kesildi. Barda gezen dükkan kedileri ve bir ara herkesin Türkçe konuşuyormuş gibi gelmesi de olayın ilginçliğini daha da arttırdı tabi. Nihayetinde değişik iki saat geçirdikten sonra tekrar çıkıp yürümeye devam ettik, ancak bu yürüyüş bolca süpermarket molalarıyla, patates kızartması kuyruklarıyla doluydu. Damrak'ı, Jordaan sokaklarını dolaşıp, Rembrandtplein'deki banklara oturup martılar ve güvercinlerin savaşını izledik.

Saat 21'e doğru hostele döndüm. Akşam hostelin pubcrawl'ı vardı, ama dünyanın her yerinde olduğu gibi Amsterdam'da da pazar gecesi yapılacak pek bir şey yoktu. Biraz oyalanıp uyumayı tercih ettim. Yorgun, uykusuz ve uyuşuktum. Hem ertesi gün sabahtan yola çıkacak, önce Eindhoven'a geçip oradan Budapeşte'ye uçacaktım.