22 Ağustos 2011 Pazartesi

Orada Olmayan Kız



Bilmiyorsun, çünkü orada değildin.

Orada olamadın bir türlü. Camlardan, vitrinlerin yansımalarından baktım, yoktun. Bazen çok yaklaştığımı düşündüm seni yakalamaya, belki kendimi kandırıyordum bir süreliğine bile olsa orada bulunduğunu düşünerek, ama gördüğümü sandığım belli belirsiz silüetinden başkası değildi.

Çok uğraşıp sevemediğimle yorganın altında film izlerken yoktun. İsteksiz telefon konuşmalarımıza kulak şahidi olmadın. Hazzetmediğim bir şehirde bir başkasıyla yemek yerken orada değildin. Dilimin şaraptan mı soğuktan mı dolaştığını anlamaya çalışıyordum, o sigarasını içerken sen bizimle o balkonda değildin. Bir diğerinin sohbeti biraz daha çekilebilir olsun diye sarhoş olmaya çalışırken de yoktun, bir kaç saat sonra onla sarmaş dolaş eve giderken de...

Sonra o beni üzen, beni üzerken de yoktun. Onun hoşuna gidecek sözcükler aramaya çalışırken yan şezlongda değildin. Diğeri beni teselli ederken de arka masadaki sen değildin. Sahnedeki grup kötü müzik çalarken, gelip benle tanışmaya çalışan sarhoş kız değildin, biraz ötede ne konuştuğumuzu ilgiyle izleyen de...

Haftanın dört günü gittiğimiz nargilecide hiç bulunmadın, haftanın beş günü gittiğimiz barın sokağından geçtin sadece, yine de beni arkadaşlarımla içip futbol konuşurken, ya da herhangi bir şeye kızmış, yakası açılmamış küfürler savururken görmedin.

O, belli bir süre bakışıp bir daha görmediklerimden de değilsin, olsaydın bilirdim. Seninle hiç bir hikayemiz olmadı. Hiç bir çarpıcı tanışma öykümüz de olmayacak. Hiç görmedim seni, hiç gelmedin, hiç orada olmadın. Sadece silüetin, belirsiz, flu silüetin...

7 Ağustos 2011 Pazar

October Swimmer Yeniden Tatilde: Bölüm 4 Brugge

03/07/2011, Brugge, Belçika

Dün geceki Coldplay performansı benim için festivalin zirve noktasıydı. Sonrasında döndüğüm çadırımda titreyek uyumaya çalışırken, aklımda hep "zirvede bırakmalı" düşüncesi dönüyordu... Evet, sevgili okuyucu bunu yaptım. Festival'in son günü Iron Maiden, Kasabian, Kaiser Chiefs, Grinderman ve Black Eyed Peas varken, ben festivali terkettim. Bir kaçak gibi sıvıştım adeta.

Her şey sabah uyanmamla başladı. Gece boyunca titrerken, sabah yine pişerek ve üstümdeki kıyafetleri kat kat çıkarmak zorunda kalarak uyandım, gözümü açtığımda artık gitmek istediğime karar vermiştim. Şimdiye kadar çok güzel vakit geçirmiştim, ama bildiğim tek şey bir gece daha çadırda kalmak istemediğimdi.

Bu fikrimi diğerlerine açınca önce şaka yaptığımı sanıp güldüler, sonra ciddi olduğumu görüp şaşırdılar, hatta bir ara Çağın ve Murat'ı da ikna etmek üzereydim ki Cem gelip onları elimden aldı:) Kahvaltı ve duş sonrası bir kaç dakikada eşyalarımı toplamıştım. Türkiye'den getirdiğim uyku tulumu ve çadırı, Amsterdam'dan aldığım şişme yatağı hatta kirli çoraplarımı Belçika'ya bağışlayarak kamp alanından çıktım. Çağın bana Leuven otobüs durağına dek eşlik etti, uzun ve gereksiz bir yürüyüş yaptık, zira kulağımızı ters taraftan göstermişiz. Yolda iki gün önce tanıştığımız Türk grupla selamlaştık ve nihayet durağa geldiğimizde Çağın'la vedalaşıp otobüse atladım.

Leuven tren istasyonuna vardığımda bile hala ne yapacağıma karar verememiştim. Brüksel ile Brugge arasında kalmıştım. Kesinlikle Brugge'e gitmek istiyordum, ancak ertesi sabah Brüksel'den uçuşum vardı ve sabah dönmenin zor olup olmayacağını bilmiyordum. İstasyondaki çizelgeler bakınca zor olmayacağını anladım ve Brugge'e giden ilk trene bilet aldım.


Böyle spontan hareketler bana göre değildir. Gideceğim şehirler, kalacağım oteller hepsi seyahat öncesinden belli ve ayarlanmıştır, bu sefer hariç. Sonuç olarak öğleden sonra saat 3 civarı Brugge'deydim, nerede kalacağımı bilmiyordum ve elimde haritam yoktu. İstasyondaki şehir planının resmini çekerek bir başlangıç yaptım. Hemen şehir planının yanında ise iki tane hostel reklamı vardı. Onların adresini şehir planında buldum. Artık iphone'umda fotoğraf da olsa bir adet haritam. İki adet de hedefim vardı.

Hava, orada geçirdiğim günlerde hiç olmadığı kadar sıcaktı. Brugge güneşli bir pazar günü yaşıyordu, ancak buna rağmen sokaklar bomboştu. Hosteli bulmaya çalışırken bir kaç ingilizce konuşan, bir kaç da Türkçe konuşan turist dışında neredeyse kimseyi görmedim diyebilirim. Hatta bazı sokaklarda tek başıma yürürken garip bir huzur hissettim.

Sırasıyla Oostmeters, Rozenhoedkaai ve Predikherenstraat caddelerini izleyerek Langestraat 135 ve 137 numaralardaki iki adet binada yerleşimli St. Christopher Bauhaus hostele ulaştım. Giriş işlemlerini yaptıktan sonra eşyalarımı yerleştirip, hostelin barına indim. Bir adet yorgunluk birası(Leffe Blond) ve bana verdikleri turistik haritayla küçük bir plan yaptım. Biraz Nadal-Djokovic Wimbledon final maçına baktım. Kendimi biraz dinlenmiş hissetiğime göre başlayabilirdim.

İlk olarak Hoogstraat'ı takip edip Burg meydanına yürüdüm. Kurulan seyyar tribün ile bazen klasik müzik konserlerine ev sahipliği yapan bu eski meydanda aynı zamanda belediye binası da bulunmaktaydı. Bolca bulunan hediyelik dükkanların birinden tabak kolleksiyonuma eklemek üzere brugge tabağı ve eşe dosta küçük hediyeler aldım. Biraz ilerideki dantel dükkanlarından ünlü Brugge dantellerine baktım. Fiyatları aşırı pahalı buldum. Şöyle ki, bir masa örtüsü 400 euro civarındaydı. Annem olsa "Oğlum iki top dantel ipi al bana aynı modeli ben çıkarırım" derdi.



Bir sonraki durağım çok da uzak olmayan, şehrin en ünlü meydanı Markt'tı. Zaten Brugge'ün, Unesco'nun dünya mirası listesinde olan şehir merkezi, oldukça kompakt olduğundan, sadece yürüyerek neredeyse bütün görülmesi gereken yerleri dolaşmak mümkündü. Markt tabii ki hepmizin In Bruges'te gördüğü ünlü çan kulesi, Belfort'un bulunduğu yerdi. 1200'lü yıllarda inşa edilen, 1800lü yıllara kadar eklemeler yapılarak en son halini alan bu 83 metrelik yapı, şehrin en büyük sembollerinden... Bir saat ile içine girmeyi, tepeye çıkmayı kaçırdığımı görüp hayıflandım. Meydanı dolduran restoranların önünde şöyle bir yürüyerek, bir kaç saat sonrası için keşif yaptıktan sonra devam ettim.

Sırada Heilig-Bloedbasiliek, yani kutsal kan basilikası vardı. haçlı seferlerinde getirilen ve içinde İsa'nın kutsal kanı olduğu kabul edilen kutsal emanetin saklı olduğu bu koyu gri, gotik binayı çok sevemedim. Genelde kiliselerin sahip olduğu huzur verici mimarilerden farklı olarak korkutucu, caydırıcı bir yapısı vardı. İçine girmeden devam ettim.

Steenstraat'ı izleyip şehrin asıl katedrali,
Sint-Salvator'a vardım. 10. yüzyılda yapılan ve 18. yüzyılda katedral statüsü alan bu devasa yapı, günümüzde brugge yerlileri tarafından en çok kullanılan kilise olarak biliniyor. Çevre düzenleme ve restorasyon çalışmaları devam ettiğinden içine giremedim ama bir kaç fotoğraf çekip önündeki taş banklarda biraz dinlendikten sonra bu tarihi turun son durağına yöneldim.


Onze-Lieve-Vrouwekerk, Türkçe çevirisiyle Lady'mizin Klisesi, 122 metrelik kulesiyle Avrupa'daki ikinci en uzun tuğla yapı. 13. yy'da inşa edilen ve sonra eklemelerle en son halini alan bu yapıya, Brugge'li iki tüccar Michelangelo'nın Siena katedrali için yaptığı, Madonna ve çocuk heykelini satın alarak bağışlamışlar. Böylece sanatçının İtalya dışındaki tek eseri de yüzyıllardır burada sergilenmiş.

Doğuya yönelerek Astridpark'a doğru yürüdüm. Park bu güzel yaz gününde biraz dinlenmek için çok uygundu. Bir müddet çimlere uzandım. etrafı izledim. Sonra, midem, bana akşam yemeğini ne zaman yiyeceğimi sordu. Biraz sonra soğuk esmeye başlayan rüzgar, artık kalkmamı söyledi. Bu kadar ısrara dayanamazdım. Markt meydanına yürüdüm. Meydanın arka kısmındaki restoranlardan birine oturdum(hiç bir zaman meydandaki restoranlara oturmam) Brugge'ün alamet-i farikası olan midye, patates ve beyaz şarap istedim. 4 günlük çadır ve sağlıksız beslenme sonrası bu kadar şımartılmayı hakediyordum. Güzel bir akşam yemeği oldu.


Yemekten sonra Markt çevresinde biraz yürüdüm, Simon-stevin plein'deki küçük barlardan birine girerek. Birkaç çeşit Belçika birası denedim. Hoegarden, Leffe, Duvel, Jupiler derken artık kalkmanın vakti gelmişti, zira alkol oranı %10 civarı olan bu biralar şişede durduğu gibi durmayacaktı. Kısa bir yürüyüş sonrası hostele vardım. Kapının önünde biriken ve sosyalleşen hostel sakinlerinin arasına karıştım. Artık her avrupa seyahatimde bolca rastladığım Kanadalı bir grupla biraz sohbet sonrası odama çıkarak uyudum.

***

Bir tatilin daha sonuna gelmiştik. Ertesi sabah erkenden Brüksele gittim. Oradan Milano üzeri İstanbul'a oradan da İzmir'e uçtum. Akşam 10 civarı eve vardım.

Bir kaç son söz söyleyerek bu seriyi de kapatalım
1- Amsterdam'ı iki kez görmek, ekstra motivasyonunuz yoksa çok gerekli değil.
2- Brugge gerçekten güzel şehir, iki gün fazlasıyla yeter.
3- Festival'e evet, çadıra hayır! Özellikle gece 6-7 dereceye düşen sıcaklıklarda çadıra hayır! Bu yüzden bir daha festivale gidersem(ki giderim) mutlaka alternatif konaklama yolları bulmam gerekecek. Bir de daha ılıman ve deniz kıyısındaki yerlerdeki festivalleri tercih ederim
4- Yol arkadaşlarımı çok sevdim, ancak tek başına seyahati daha çok seviyorum. Bunu Brugge'deki geçirdiğim gün daha iyi anladım.
5- Bir sonraki seyahat 16 Eylül-29 Eylül arası; Berlin(3 gün)- Stockholm(2 gün)-Riga(2 gün)- Talinn(3 gün)- Helsinki(2 gün)- Milano(1 gün) şeklinde planlandı, biletleri alındı, otelleri ayarlandı.
6- Seyahat yazısı yazmaya devam edeceğim, ancak geçen yılın yazıları gibi gün gün mü yazmak, ya da bu sefer yaptığım gibi bir kaç parçaya bölüp yazmak mı daha iyi karar veremedim. Bana kalırsa en ideali, oradayken her akşam yazmak, ama ne yazık ki her yerde(özellikle çadırda kaldığınız bir kamp alanında) internete ulaşım kolay olmuyor. Yine de şu son yazıyla beraber üzerimden bir yük kalktığını söyleyebilirim. Artık blog normal rutinine dönebilir.