8 Ocak 2012 Pazar

October Swimmer Strikes Back: Gün 11-12 Floransa

28-29/09/2011, Floransa

Floransa'ya varabilmek için Tampere'den Milano'ya uçmuş oradan da 4 saatlik bir tren yolculuğu yapmıştım ve saat 19 gibi yolculuğumun son durağına varmıştım. Bu seferki kısa da olsa, 3. İtalya ziyaretim başlamıştı. Burada kalacağım iki gün bana Serra eşlik edecekti. Serra, Erasmus için bir süreliğine Roma'ya yerleşmişti ve ben seyahate çıkmadan önce onunla Floransa'da buluşmak üzere sözleşmiştik.

Tren garında buluştuk, harita ve gerekli bilgileri edinmişti bile, dersine çalışmıştı. Önceden ayarladığım otelimiz, Hotel Palazzulo'yu garın hemen yakınındaki Via Palazzulo'da bulup yerleştik. Otel lüks sayılmazdı, ancak fiyatı ve yerine göre oldukça uygun bir fiyata ayarlamıştım. Kuzeyin pahalılığından sonra İtalya iyi geldi. Üstelik hava sıcaklığının 25 derecenin üzerine çıkması da hoşuma gitti, yeniden akşam tişörtle dolaşabilmek güzeldi.


Strozzina reyiz

Haritayı Serra'nın kontrolüne bıraktım. Bu uzun yolculuğun son durağında bununla uğraşmak istemedim. Otelden çıktık ve yürümeye başladık. Via degli Strozzi'yi takip ederek Palazzo Strozzi'yi bulduk. Yürümeye devam ettik, Floransa da Roma gibi kompakt bir şehir olduğu için görülmesi gereken meydanlar, saraylar, katedraller hepsi birbirine çok yakındı, aslında haritasız, sadece öylesine yürüyerek de hepsini bulabilirdik. Karnımızı doyurduktan sonra Duomo'yu, Piazza San Lorenzo'yu gördük. Duomo'da merdivenlerin önünden geçerken, ilginç bir tesadüfle bir tanıdığa rastladım ve dünyanın gerçekten de küçük olduğuna bir daha inandım. Meydanlar cıvıl cıvıldı, hava güzeldi karnımız doymuştu bir marketten biralarımızı alıp içecek güzel bir yer aramaya başladık. 


Fiume nehri boyunca ilerleyip ünlü ve sadece bir köprü demenin haksızlık olacağı Ponte Vecchio'yu geçtik. Sağı solu küçük mücevher dükkanlarıyla dolu, hem üstünden geçerken hem de uzaktan izlerken harika bir görüntüye sahip olan köprüdeki dükkanlar kapanmıştı. Mutlaka gündüz de görmek gerekiyordu. Elbette görecektik de.



Köprüden hemen sonra, Via Guicciardini'nin üzerindeki devasa Palazzo Pitti ve önündeki meydanı gözümüze kestirdik. Ünlü Medici ailesine de ev sahipliği yapan ve şimdi bir sanat merkezi olan bu büyük sarayın önündeki merdivenlere oturarak serin akşamın tadını çıkardık. Saatlerce sohbet ettik, yeni yerleşmeye çalıştğı Roma'yı sevmemişti. Ona, bir süreliğine de olsa Roma'da yaşadığı için ne kadar şanslı olduğunu anlatmaya çalıştım. Onun yerinde olmayı, orada yaşamayı istedim, iki gün sonra ben eve, işe hayatıma geri dönecektim. O ise bu yeni hayatına alışmak için İtalya'da kalacaktı, bundan daha heyecanlı ne olabilirdi ki?


Yeterince oturduğumuza karar verdikten sonra, Serra'nın araştırıp bulduğu Shot Bar isimli küçük mekana gittik. İçkiler yeterince ucuzdu, çalışanlar arkadaş canlısıydı ve ortam yerlisiyle turistiyle oldukça şenlikliydi. Shotlar ve kokteyller birbirini takip etti. Gece 2 gibi yeterince içtiğimize karar verince sallana sallana yürüyerek otele döndük. Sokaktaki insanların geceyi sonlandırmaya niyeti yoktu.




Ertesi günkü plan, gece gördüğümüz yerleri tekrar görmek ve nehrin güney kısmını keşfetmekti. Bol bol yürüdük. Duomo, Piazza San Lorenzo, Barghello ve Santa Croce'yi tekrar gördük. Meydandaki satıcıların birinden floransa tabağımı aldıkan sonra Fiume nehri boyunca uzun bir yürüyüşten sonra, Ponte alle Grazie'yi geçip Piazza Michelangelo'ya ulaştık. Arkasındaki park tepeye kadar uzanıyordu, ancak şehrin silüteini görecek kadar yukarı tırmandıktan sonra inip devam etmeye karar verdik. 


Nehrin güney yakasını ara sokaklardan yavaş yavaş yürüyerek dolaştıktan sonra ben biraz dinlenmek için otele döndüm. Serra ise Palazzo Strozzina'daki bir sergiyi görmek istiyordu. Akşam tekrar buluşmak üzere ayrıldık.Yorgundum. Bir kaç saatlik uyku beni tekrar kendime getirmeye yetti.


Akşam, yemek sonrası Piazza Santa Maria Novella önündeki banklarda etrafı seyrederek, oradaki bir Avusturalyalı çiftle sohbet ederek geçti ve yine Shot Bar'da sonlandı. Otele erken döndük, zira sabah erkenden, Türkiye'ye dönüş uçağıma binmek üzere trenle Milano'ya geçecektim.




Bir kaç son söz;

***Biliyorum, bu yazıları tamamlamak çok uzun süre aldı. Bir şeyi bitirmeden başka bir şeye geçememe gibi bir huyum olduğundan başka yazılar da yazamadım. Bu kadar uzatmamalıydım, ama sonunda bitirdiğime memnunum, zira bir ara hiç bitmeyeceğinden ve blogun böyle kalacağından korktum. Şu an kendimi özgür hissediyorum desem abartmış olmam.


***Büyük konuşmak istemem, ancak bu geziyle beraber çok uzun bir süreliğine Avrupa defterini kapatmış oldum. 2004'ten beri değişik planlarla Avrupa'yı gezdim. Polonya, Macaristan, İtalya, Yunanistan, İspanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika, Almanya, İsveç, Letonya, Estonya, Finlandiya'yı gördüm. Bazılarına birden çok defa gittim. Artık yeni kıtalar, yeni dünyalar zamanı. Okyanusun ötesine geçmek, farklı saat dilimlerini yaşamak gerek.


***Tutunamayanlarla başlayan yolculuk A Clash of Kings'le bitti. Kara, demir, deniz ve havayolunu kullandım. İki senedir alışkanlık haline getirdiğim üzere, her ülke ve şehir değiştirdiğim yolculukların başlangıç şarkısı Beatles'tan Happiness is a warm gun oldu. Sebebini sormayın, ben de bilmiyorum.


***12 günlük gezinin yazılarını yazmak 3 aydan fazla bir süre aldı. Moleskinim ve sakladığım haritalarım olmasaydı her şeyi unutabilirdim. Tembelliğime doymayayım.


***6 şehir gezdim ve favorimin Berlin olduğunu rahatça söyleyebilirim. Stockholm'de sarhoş sarhoş gezerken bağırarak Levent Yüksel söylemek(Evet), Tampere'de göl kenarındaki ufak cenneti bulmak, Tallinn'deki hostel, ahalisiyle ve gece hayatıyla tanışmak, Kuzeyin soğuğundan Floransa'nın o ılık akşamına geçmek unutamayacağım anlardı.

7 Ocak 2012 Cumartesi

October Swimmer Strikes Back: Gün 10 Tampere

27/09/2011, Tampere

Suomenlinna'nın uzun ve sihirli uykusundan uyandığımda iyice dinlendiğimi hissediyordum. Kuzeyin uykusunu sevmiştim. Bu adadan kurtulmalıydım, yoksa sonsuza dek uyuyakalacaktım. İlk feribotla Helsinki şehir merkezine döndüm. Dünkü talihsiz serüvenler dizisinden ötürü şehri görememiştim, en azından bir kaç saatliğine önemli yerlerine görmek istiyordum. Tampere trenim saat 13.08'de kalkacaktı.

3 saate, Anıtkabir'e benzeyen parlemento binasını, Beyaz katedrali, taşları oyarak yaptıkları Temppeliaukio kilisesini ve 1 saatlik Helsinki modern sanat müzesini sığdırdım. Taş kilisede klasik müzik provasına denk geldim, huzur vericiydi.. Müze ise Stockholm'deki Moderna museet kadar etkileyici olmasa da, oldukça ilginç bir mimarisi vardı ve Eylül ayının teması Afrikaydı. Müze çıkışındaki ankete katılmam karşılığında verilen kartpostalları aldım ve Helsinki'ye veda ettim.

Tampere benim için bir Ryanair kentiydi. Ryanair Avrupa ülkelerindeki büyük havaalanlarından, dolayısıyla büyük şehirlerden kaçındığı için Tampere, Eindhoven, Beauvais gibi şehirleri ve onların minik havaalanlarını çok seviyor. Durum böyleyken biz de sevmek zorunda kalıyoruz. Milano'ya Tampere'den geçecektim ve sabahın köründen uyanıp maraton yaşamaktansa bir gün önceden gelip burayı da görmek daha mantıklı geldi. Ayrıca İddaa'cıların kendisini Tampere United adlı futbol takımından hatırlayacağını da belirtmek isterim:)

Finlandiya'da bir tren yolculuğunda, bir ormanın içinden geçerken bu satırları okumak...
Finlandiya'nın 3. büyük şehri olsa da, ülkenin kendisinden olsa gerek, oldukça sakin bir şehirle karşılaştım şehir merkezine geldiğimde. Hava güneşliydi, ancak kuzeyden çok bir şey beklememek gerektiğini öğrenmiştim. Önce, kalacağım yer, Dream Hostel'i buldum, yerleştim ve oldukça beğendim. bu yolculukta kaldığım hosteller arasında en düzenli ve en temiziydi ve resepsiyonda tabir yerindeyse iki adet "Elf" vardı. Kuzeyli kızların bu özelliğini seviyorum. Çok güzeller, ancak tavırlarıyla o güzelliklerini sanki önemsiz bir detay olarak gösteriyorlar. Elflerden harita ve öneri aldıktan sonra yola çıkmaya hazırdım. Ne yapacağımı biliyordum, önce kuzeydeki Näsijärvi gölünün kenarındaki saunaya gidecek, dönüşte de şehir merkezini gezecektim.

2 numaralı otobüsle göl kenarındaki, Rauhaniementie adlı, site-vari apartmanlarla dolu ormanlık semte geldim. Uzun süre sitelerin içinde aradıktan sonra birine sorup, saunanın tam göl kıyısında olduğunu öğrendim. Apartmanları ve beton yolu geride bırakıp göl kıyısına vardığımda cenneti bulmuştum. Saunayı bulmam önemsiz bir ayrıntıydı artık. Sonbaharın bütün renkleriyle bezenmiş ağaçlar, durgun göl, çevredeki bütün yeşilin ve kenardaki kayıkların göl üzerindeki akisleri...

Sauna, finliler için vazgeçilmez bir kültür. Aynı zamanda Fince'den dünya diline geçen tek kelime. Bir nevi bizim yoğurtumuz gibi. Herhangi bir yerde, bir apartman içinde, evlerin banyolarında, ya da burada olduğu gibi göl kenarında prefabrik bir yapıda karşınıza çıkabiliyorlar. Ücret 5 euroydu. İşletmeci, böyle elimi kolumu sallayarak geldiğimi görünce bir mayo ve bir de havlu verdi. Çabucak giyinip içeri girdim. İçeride yaş ortalaması 70'ti, ben girince de en fazla 60 düştü ve herkes tütüyordu, zira içeride sıcaklık 80 dereceye yakındı. En fazla 15 dakika dayanabildikten sonra kendimi dışarı attım. Asıl zor kısım şimdi geliyordu, herkesin yaptığı gibi göle dalacaktım ve sevgili okur koşarak iskeleden 8 derecelik suya atladım. Önce her yerime küçük iğneler batıyordu, tek hissettiğim buydu. Sonra soğuğu hissedip titremeye başladım. Bir kaç dakika daldıktan sonra çıktım. Üşüdüm, ama yenilendim ve çok iyi hissettirdi.


Şehir merkezine dönüp iki gölü birbirine bağlayan Tammerkoski kanalının çevresindeki meydanı, eski tuğla yapı Finlayson fabrikalarını gezdikten sonra Hameenkaatu caddesinin çevresindeki mağazalara bakındım. Bir yorgunluk birasından sonra Hostele döndüm ve artık benim için bir kanser haline gelen tutunamayanları bitirdim, Erasmus öğrencisi bir grupla sohbet ettim, tıp okuyorlarmış, benim de doktor olduğumu öğrenince sohbet iyice derinleşti sonra sıkıcılaşmaya başladı. Tatilde hastane ve tıp hakkında konuşmak istemiyordum. Yine de heyecanlı ve cana yakın insanlardı. Bol şans dileyip odama çekildim. Sabah erkenden kalkıp Milano'ya uçacaktım, ardından da bir kaç saatlik bir tren yolculuğu beni bekliyordu. Son durağım Floransaydı.
Bir gün yolun buralara düşerse sevgili okur, bu bankı bul, bir süre otur ve gölü seyret. Bu sana iyi gelecek.


4 Ocak 2012 Çarşamba

October Swimmer Strikes Back: Gün 8-9 Tallinn- Helsinki

25/09/2011, Tallinn

Bu hızlı gecenin sonunda ancak öğleye doğru uyanabilirdim. Öyle de yaptım. Uyandıktan sonra hostelin hemen arka sokağındaki marketten aldıklarımla kahvaltımı yaptıktan sonra bu güneşli Tallinn gününün tadını çıkarmak üzere dışarı çıktım. Meydanda oyalanıp fotoğraf çekerken, dün tanıştığım ve benim gibi yürüyüşe çıkan İrlandalı çocuklar, Dara ve Akinola'yla karşılaştım. Beraber yürüyüp sohbet ederek Vanalinn kısmını bir daha gezdik, Dış kısmındaki camdan "Özgürlük haçı" heykelinin önünde fotoğraf çekildik. Daha sonra ben Helsinki feribot biletimi almak üzere limana doğru yöneldim.

Viking Line şirketinden, 30 Euro'ya, açık büfe kahvaltı da dahil feribot biletimi aldım. İyi fiyattı, sabah 8'de olması hariç her şey yolundaydı. 7'de uyanmak zorunda kalacaktım.  Günün geri kalan kısmında biraz daha oyalandıktan sonra Hostelde çıkan akşam yemeğini yemek üzere döndüm.

Yemekten sonrası klasik, içkiyle oynanan oyunlar, hostelin küçük barından bol bol ucuz biralar ve kalabalık hostel ahalisinin dün başlayan arkadaşlıklarını pekiştirmesiyle geçti. saat 11 civarı, tekrar barcrawling yaptık, ancak o efsanevi cumartesinden sonra Tallinn, pazar gecesi acınacak durumda sessizdi. Yine de bir iki bardan sonra biz kendimizi eğlence bulduk. Venus adlı, Tallinn'in Rus populasyonuna hitap eden bir Club bulduk.

Gece 3'e doğru İrlanda'lı arkadaşlarımla vedalaşıp hostele döndüm. Geriye sadece saat 7'de uyanabilmek kalıyordu.


26/09/2011 Helsinki


Uyanamadım. Feribotu kaçırdım. Sarhoş ve geç uyuyup, akşamdan kalma bir şekilde sabah 8 feribotunu yakalayamazsınız, bunu gördüm. Saat 11, Tallink şirketi feribotuna, 20 euro daha fazla ödeyerek bir bilet daha aldım. Böylece Tallinn-Helsinki yolculuğu bana 80 euro'ya patlamış oldu.


Yolculuk 2 saat sürdü, 2005'teki İtalya-Yunanistan feribotundan yıllar sonra bir daha açık denizi görmek güzeldi, ancak o 12 saatlik yolculuğun yanında, bu Karşıyaka-Konak hattı gibiydi.


Helsinki'ye vardığımda saat 1'i geçiyordu. Hostelim Helsinki kıyısındaki adalardan Suomenlinna'daydı. Bir feribot yolculuğum daha vardı, ama önce iskele'yi bulmalıydım. Tabii ki temkinli October Swimmer kulunuz önceden nereye nasıl yürüyeceğini google maps ile hesaplamış, ne yapacağını biliyordu, ancak bazen bazı şeyleri yanlış hesaplayacağını bilmiyordu.


Tam 8 km yürüdüm sevgili okur, hep iskelenin biraz daha ileride olacağına inandırdım kendimi, kimseye sormadım. Sormak istediğim zaman da kimseye rastlayamadım. İskele hep Kauppatori'de yani ana meydandaydı sevgili okur, saçma sapan yerlerde değil. Saatler sonra bulduğumda, 15 kiloluk çantayla o kadar yürümekten canım çıkmıştı. Tamam, helsinki'nin yarısını görmüştüm, ama ölüyordum.


Adaya vardığımda saat 5'e geliyordu. Hava soğumuştu, yorgundum. Bir daha feribota binmek istemiyordum. Günün ve gecenin geri kalan kısmını adada geçirmeye karar verdim. Hostel'i bulup, yerleşip ve karnımı doyurduktan sonra Suomenlinna adasını keşfe çıktım. Suomenlinna, 18. yüzyıl başında Ruslara yönelik deniz kalesi olarak inşa edilmiş, 70'lerden beri askeri misyonu bitmiş, ancak sembolik olarak fin donanması hala varlığını sürdürmekte. Finlandiya'nn geri kalan kısmı gibi mükemmel bir doğaya sahip bir ada.





Amaçsızca ve acele etmeden yürüdüm, yorulunca banklardan birine oturdum. pek arsız ve kedi gibi yemek dilenen sincapları yediklerime ortak ettim. Hostele döndüğümde Hava kararmak üzereydi ve ben kendimi yatağa bıraktım ve uyudum sevgili okur, saatlerce uyudum. Bu seyahatte hiç uyumadığım kadar uyudum.