30 Eylül 2011 Cuma

October Swimmer Strikes Back: Gün 1 Berlin


18/09/2011, Berlin

Uçak Berlin'e indiğinde hava henüz aydınlanmamıştı. Saat 5 buçuk, S9 trenine binerek Treptower Park durağında indim. Bu duraktan 10 dakika yürüyerek kalacağım Hostele varmak mümkündü. Saat 6'da Görlitzer Strasse'deki hostelime varmıştım. Saat 9'dan önce resepsiyonun açılmayacağını biliyordum, amaç sadece hostelin yerini bulmaktı, hem saat hala 6'ydı ve öldürecek bir sürü vaktim vardı.

Berlin'deki 3 adet Jetpak hostellerinden biri olan JetLag Alternative'i Kreuzberg'de olduğu için seçmiştim. Kreuzberg, eskilerin yahudi mahallesi, 60'tan sonranın Türk ghettosu ve şimdinin bohem ve punk kütürünün başkenti... Berlin'deki Türklerin ve Türk kültürünün "cool" sayılması trendinden Kreuzberg de bir nevi işgale uğrayarak payını almış görünüyordu.

Dediğim gibi öldürecek bir sürü vaktim vardı. Uçağa binmeden önce güya Berlin'i bilen arkadaşım Ceren, bu öldürecek vaktimi Potsdamer Platz'da oturup Brandenburg Kapısına doğru kahve içerek geçirmemi öğütlemişti, nasıl sonuçlandığını biraz sonra öğreneceksiniz. Schlesisches Tor durağından metroya bindim, Hallesches Tor durağından hat değiştirerek, Französische strasse Durağında indim. Evet amacım Potsdamer Platz'da kahve içmekti sevgili okuyucu, ancak gel gör ki 800 mt yürüdükten sonra vardığım Potsdamer platz iki gökdelen ve bir kaç pembe borudan fazlasını sunmuyordu. Üstelik değil brandenburg kapısına doğru kahve içmek, kapının üstündeki heykeller bile görünmüyordu. Ceren'e içimden iyi dileklerimi iletip, Branderburg kapısına doğru yürümeye başladım. Bu da sırtımdaki çantayla başka bir 700 mt daha anlamına geliyordu.

Ebertstrasse'yi takip ederek devam ettim. Biraz sonra Soykırım anıtına rastladım. Genişçe bir alana yayılan yüzlerce dikdörtgenler prizması şeklinde gri taş bloklardan oluşan bir anıt, adeta yüzlerce mezar... Dünyanın en büyük anıtını yapsalar dahi ölen 6 milyondan fazla insanı, bu trajediyi yeterince anlatabileceklerini sanmıyorum. Anıtın hemen yanındaki sokağın isminin Hannah Arendt Strasse olması da oldukça manidardı.



Sonunda o meşhur Brandenburg kapısına vardım. Kapının hemen önünde trafiğe kapalı ufak bir meydan vardı. Saat ne yazık ki hala 7 buçuk olduğundan benim o kapıya karşı kahvaltımı yapıp, kahvemi içmem imkansızdı, zira o bahsettiğim ufak meydandaki üç kahveci de henüz açılmamıştı.

Oldukça yakın olduğu için Reichstag'a doğru yürümeye karar verdim. Yol boyunca Türk-Alman ve Avrupa birliği bayrakları görüyordum, sebebini ise bir sonraki gün öğrenecektim. 1800'lü yılların sonunda yapımı tamamlanan, 1933'teki yangına dek parlemento binası olarak görev yapan, yangından sonra 1999'a dek gözden düşen bu bina 12 yıldan beri tekrar parlemento binası olarak kullanılmakta. Kubbesinden özellikle geceleri mükemmel bir Berlin manzarası görüldüğünü biliyordum, ancak pazar sabahın köründe o kubbenin ziyarete açık olacağını ummak fazlasıyla saflık olurdu.

Reichstag'dan sonra, yavaş yavaş hostele doğru yönelmenin vakti gelmişti. Ama önce Friedrichstrasse'yi olabildiğince yürümek istedim. Öyle de yaptım. Stadtmitte durağından metroya binerek kreuzberg'e döndüm.

Hostele vardığımda saat 10'a geliyordu. Evet, resepsiyon açılmıştı. Hayır, sadece valizimi bırBağlantıakabilirdim. Oda saat 1'den önce hazır olmayacaktı. Valizi bıraktım, resepsiyondan aldığım haritayla, amaçsızca kreuzberg sokaklarını dolaştım. Wrangelstrasse'deki Türk fırınındaki teyzenin yaptığı sandviç ve çayla kahvaltı yaptım. Sokaklardaki grafitileri gördüm, Berlindeki yerel seçimlerin posterlerini, Türk adayların resimlerini, Türkçe tabelaları, dükkanları farkettim. Daha sonra lazım olur diye bulduğum bisiklet kiralayan dükkanların yerlerini haritaya işaretledim ve sonunda saat 1 oldu. Hostele dönüp biraz uyumanın vakti gelmişti.

"Biraz" göreceli bir kavram. Uyandığımda saat 6'ya geliyordu ve emin ol bu kadar uyuduğum için pişman değildim sevgili okuyucu. Ne de olsa sabah 5 buçuktan öğlen 1'e kadar gezerek bunu haketmiştim. Yine de çabucak giyinerek çıktım.

Gittiğim şehirleri olabildiğince araştırırım. Gitmeden yaptığım araştırmalarda en fazla bilgiyi Berlin hakkında edinmiştim. Özellikle çukurcuma times isimli blogdan en spesifik ve en yararlı bilgileri edindiğimi söyleyebilirim. Onlardan biri de Berlin Döneri ve Hasır Lokantasıydı. Kottbusser Tor durağına 5 dk uzaklıkta, Dresden Strasse üzerindeki bu lokantada Türkiye'dekinden katlarca daha lezzetli döneri hem de belki iki kat büyük porsiyonla yiyebilir, sadece 4 euroya tıkabasa doyabilirsiniz. Çalışanların hepsi, müşterilerin yüzde doksanın Türkler oluştursa da orada yaşayan Almanlar arasında da oldukça popüler bir lokanta Hasır lokantası

Yemek sonrası şef garsondan aldığım tavsiyeyle, Görlitzer Strasse üzerindeki Mercan kahvesinde Galatasaray-Samsunspor maçını izledim. Maç sonrası tekrar hostele döndüm. Bir hostel klasiği olan, gece dışarı çıkmadan hostelde ucuza içerek oda arkadaşlarıyla kaynaşma rutinini yaptık. Hepimizin ortak noktası Amerikan Kültürü olduğundan, arka planda dvd'den oynayan Superbad hepimizi güldürüp, samimiyetin artmasını hızlandırdı.

Oda arkadaşlarım, Avusturyalı Nikki, Amerikalı Derek ve sonradan bize katılan diğer iki Avusturalyalı eleman( isimlerini hiç bir zaman öğrenmedim) ile yeterince içtikten sonra dışarı çıkmaya karar verdik. Hostele çok uzakta olmayan, Madame Claude adlı, bir binanın bodrum katına yerleşmiş ve çevrede ayrıca "upside down bar" olarak bilinen bir bara girdik. Bardaki döşemede her şey tersine. Tavana tutturulmuş mobilyalar, buz dolapları, yerdeki mobilyaların ters olması neden upside down bar olarak adlandırıldığını gayet güzel açıklamaktaydı. Orada Hollandalı başka bir grupla kaynaştık

Yeterince içtiğimize ikna olana dek içtik. Çıkıp 1 euro'ya şaşırtıcı büyüklükte pizzalar yedikten sonra sallana sallana hostele döndük.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Güncellemeler 20: It's always better on holiday

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhf2SjDDnJNkxJwjuAU45byFH6eFoMDfRT0GOX65TBfI8XoqVkQHJJTYK7hjX_E1087jXZbDGVDGB1eUmmlNKjP-869A4KBwS23qFEnAW4WyCjs6niTaNLXGZx4baEzFqUk-dGjnTUoKWY/s1600/Holiday-September-1952.jpg

***Güncelleme yazıları can simidim. Blogdan koptuğumda, konu sıkıntısı çektiğimde kesinlikle imdadıma yetişiyorlar. Beni tekrar yazma konusunda motive ediyorlar.

***Kendimle ilgili yazıyorum burada. Kendimi anlatıyorum. Genellikle hayatımdaki dramalar arttığında yazılarım da artıyor. O yüzden az yazdığım zamanlar, ya hayatımdan memnun olduğum, ya da yazamayacak kadar hızlı ilerleyen boşluk periyodlarına denk geliyorlar. Blogu boşladığım bu bir iki ay da o boşluk periyoduna denk geldi.

***Boşluk? Boşluk, yoğun olarak çalıştığım, duygusal anlamda bir gelişme olmadığı gibi anlamsız etkileşimlerin yaşandığı zamanlar... Yanlış anlaşılmak istemem, hayatıma bir anlığına bile olsa giren her insana saygım var, ancak yaşanan her şeyin bir iz bıraktığını söyleyemem.

***Bu boşlukta 2 ay öncesinde yaşadığım yıpranmanın da payı var sanırım. İşin ilginç yanı bu deneyim. 10 yıldır kendi içimde büyüttüğüm ve bir çok defa kendini yaşadığım ilişkilerde ve kimi blog yazılarımda gösteren bir problemin de çözümü oldu. İki travmanın birbirini nötrlemesi ilginç bir deneyim. Burada bir kaç defa bahsettiğim, başarısız ilişkilerimde kendime bahane(ya da sebep) olarak gösterdiğim, kötü kalpli esmer kızı aylardır düşünmüyorum. Geçenlerde evlilik fotoğraflarını gördüğümde hiç bir şey hissetmemem, 1o yıldır aslında bir yabancıyı, tanımadığım bir insanı düşündüğümü gösterdi. Garip bir katharsis değil mi?

***Şimdi sanki artık sıfırdan başlıyor gibiyim. Asıl merak ettiğim şey, 10 yıl önce yaşadığım reddedilme sonrası hep güvenli oynamam, seçilmeyi seçmem, şimdi yeni girdiğimi düşündüğüm dönemde de devam edecek mi? Yoksa sıfırdan başlama ve arınma diye düşündüğüm şeyler başka bir illüzyon mu? Bunu yaşayarak görmekten başka bir yol yok.

***Çalışmayı hala sevmiyorum, ama işimi sevmeye başladım. Bunda artık daha fazla ameliyat yapmaya başlamamın etkisi büyük, bir de yaptığım işe daha iyi hakim olmak güzel. İhtisasın yarısından fazlasını bitirdim. 2 yıl nasıl geçti anlamak zor. Artık yarıyı geçtiğimize göre geçen her gün benim İzmir'den ayrılmamı yaklaştırıyor. Asistanlığın bitmesini ne kadar çok istiyorsam, bu şekirden gitmeyi de o kadar az istiyorum.

***Bu şehirdeki 10. yılıma girdim ve artık fazlasıyla benimsediğimi hissediyorum. İzmir benim bir parçam artık. İhtisas bitince gideceğim herhangi bir şehirde, ki bu benim doğup büyüdüğüm Diyarbakır bile olsa, bu kadar kendim gibi hissedeceğimi düşünmüyorum. Daha önceki yazılarımın birinde bahsettiğim gibi şehri kişiseleştirmek önemli. kendine ait mekanlarının olması, gittiğin mekanlardakilerin seni tanıması. Müşterilikten, müdavimliğe hatta arkadaşlığa geçmek... Bunlar ancak yıllar içinde oluşabilecek şeyler. Üsküdar çaycısı, Kaos, Boombox, Bios, Mavi... Bu şehir bunları da barındırıyor. İzmir, coğrafi sınırları, nüfus istatistikleri, kızlarının güzelliği, körfezi, yüzlerce kez arşınladığım caddelerinden ibaret değil. Acaba şehri sevdiren fiziki ve sosyal ortamı değil de, kişisel mekanlarımız ve içindeki insanlarla kendimize oluşturduğumuz küçük habitat mıdır?

***Bu gece itibariyle tatilim başlıyor. Bu seferden sonra, bir daha uzun bir süre Avrupa'ya gitmeyeceğimi düşünürsek, gayet yeterli bir plan yaptığımı düşünüyorum. 12 günde sırasıyla Berlin, Stockholm, Riga, Talinn, Helsinki ve Milano. Yorucu ama tatmin edici olacak. Geçen yıl yaptığım gibi her gün ayrı bir Blog yazısıyla tatilimi anlatacağım, zira yazıları gezi sonrasına bırakınca külfet halini alıyor.

***Dediğim gibi, yeniden yazmak güzel. Bir süre buraları tatil yazıları dolduracak. Sonra Ekimle beraber yeni yıla girmiş olacağız. (Benim için yeni yıl yıllık iznimin son günü başlar) Hem Ekim benim ayım nasıl olsa...