Floransa'ya varabilmek için Tampere'den Milano'ya uçmuş oradan da 4 saatlik bir tren yolculuğu yapmıştım ve saat 19 gibi yolculuğumun son durağına varmıştım. Bu seferki kısa da olsa, 3. İtalya ziyaretim başlamıştı. Burada kalacağım iki gün bana Serra eşlik edecekti. Serra, Erasmus için bir süreliğine Roma'ya yerleşmişti ve ben seyahate çıkmadan önce onunla Floransa'da buluşmak üzere sözleşmiştik.
Strozzina reyiz
Fiume nehri boyunca ilerleyip ünlü ve sadece bir köprü demenin haksızlık olacağı Ponte Vecchio'yu geçtik. Sağı solu küçük mücevher dükkanlarıyla dolu, hem üstünden geçerken hem de uzaktan izlerken harika bir görüntüye sahip olan köprüdeki dükkanlar kapanmıştı. Mutlaka gündüz de görmek gerekiyordu. Elbette görecektik de.
Yeterince oturduğumuza karar verdikten sonra, Serra'nın araştırıp bulduğu Shot Bar isimli küçük mekana gittik. İçkiler yeterince ucuzdu, çalışanlar arkadaş canlısıydı ve ortam yerlisiyle turistiyle oldukça şenlikliydi. Shotlar ve kokteyller birbirini takip etti. Gece 2 gibi yeterince içtiğimize karar verince sallana sallana yürüyerek otele döndük. Sokaktaki insanların geceyi sonlandırmaya niyeti yoktu.
Ertesi günkü plan, gece gördüğümüz yerleri tekrar görmek ve nehrin güney kısmını keşfetmekti. Bol bol yürüdük. Duomo, Piazza San Lorenzo, Barghello ve Santa Croce'yi tekrar gördük. Meydandaki satıcıların birinden floransa tabağımı aldıkan sonra Fiume nehri boyunca uzun bir yürüyüşten sonra, Ponte alle Grazie'yi geçip Piazza Michelangelo'ya ulaştık. Arkasındaki park tepeye kadar uzanıyordu, ancak şehrin silüteini görecek kadar yukarı tırmandıktan sonra inip devam etmeye karar verdik.
Nehrin güney yakasını ara sokaklardan yavaş yavaş yürüyerek dolaştıktan sonra ben biraz dinlenmek için otele döndüm. Serra ise Palazzo Strozzina'daki bir sergiyi görmek istiyordu. Akşam tekrar buluşmak üzere ayrıldık.Yorgundum. Bir kaç saatlik uyku beni tekrar kendime getirmeye yetti.
Akşam, yemek sonrası Piazza Santa Maria Novella önündeki banklarda etrafı seyrederek, oradaki bir Avusturalyalı çiftle sohbet ederek geçti ve yine Shot Bar'da sonlandı. Otele erken döndük, zira sabah erkenden, Türkiye'ye dönüş uçağıma binmek üzere trenle Milano'ya geçecektim.
Bir kaç son söz;
***Biliyorum, bu yazıları tamamlamak çok uzun süre aldı. Bir şeyi bitirmeden başka bir şeye geçememe gibi bir huyum olduğundan başka yazılar da yazamadım. Bu kadar uzatmamalıydım, ama sonunda bitirdiğime memnunum, zira bir ara hiç bitmeyeceğinden ve blogun böyle kalacağından korktum. Şu an kendimi özgür hissediyorum desem abartmış olmam.
***Büyük konuşmak istemem, ancak bu geziyle beraber çok uzun bir süreliğine Avrupa defterini kapatmış oldum. 2004'ten beri değişik planlarla Avrupa'yı gezdim. Polonya, Macaristan, İtalya, Yunanistan, İspanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika, Almanya, İsveç, Letonya, Estonya, Finlandiya'yı gördüm. Bazılarına birden çok defa gittim. Artık yeni kıtalar, yeni dünyalar zamanı. Okyanusun ötesine geçmek, farklı saat dilimlerini yaşamak gerek.
***Tutunamayanlarla başlayan yolculuk A Clash of Kings'le bitti. Kara, demir, deniz ve havayolunu kullandım. İki senedir alışkanlık haline getirdiğim üzere, her ülke ve şehir değiştirdiğim yolculukların başlangıç şarkısı Beatles'tan Happiness is a warm gun oldu. Sebebini sormayın, ben de bilmiyorum.
***12 günlük gezinin yazılarını yazmak 3 aydan fazla bir süre aldı. Moleskinim ve sakladığım haritalarım olmasaydı her şeyi unutabilirdim. Tembelliğime doymayayım.
***6 şehir gezdim ve favorimin Berlin olduğunu rahatça söyleyebilirim. Stockholm'de sarhoş sarhoş gezerken bağırarak Levent Yüksel söylemek(Evet), Tampere'de göl kenarındaki ufak cenneti bulmak, Tallinn'deki hostel, ahalisiyle ve gece hayatıyla tanışmak, Kuzeyin soğuğundan Floransa'nın o ılık akşamına geçmek unutamayacağım anlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder