8 Ekim 2011 Cumartesi

October Swimmer Strikes Back: Gün 3 Berlin

20/09/2011 Berlin

Saatler 11'i gösterirken, en iki gündür kahvaltı yaptığım Türk fırınındaki amcanın sandviçleriyle karnımı doyurmuş, çıkmaya hazırdım. Hostelde broşürünü gördüğüm, Falckensteinstrasse'deki  Kubi's Bike Shop'a gittim. Sevgili okur, Kubi'nin Kubilay çıkması seni pek şaşırtmamıştır, zira orası Berlin, hatta orası Kreuzberg'di. 8 saatlik kira bedeli 5 euro'yu verirken Kubi, bisikletin sigortasının olmadığını, çaldırırsam 200 euro ödeyeceğimi, kaldığım yeri bildiğini kibarca söyledi. Teşekkür edip ayrıldım. Yola çıkmaya hazırdım.

Ünlü Oberbaum köprüsünü geçerek ilk görmek istediğim yere, East Side Gallery'e ulaştım. Ünlü Berlin duvarının son kalıntıları, burada üzerlerindeki grafitilerle bir açık hava sanat galerisi oluşturmuşlardı. Bu 1,5 km'ye yakın duvar parçasının üzerinde 1990'dan beri varlığını sürdüren 105 eser bulunmakta...

Spree nehrine doğru yönelerek nehir kenarından kuzey-batıya, Alexanderplatz'a doğru ilerledim. Evet, dün görmüştüm orayı, ama yine de o televizyon kulesini bir daha görmek istiyordum. O kulede beni çeken bir şeyler vardı. Saatlerce oturup kuleyi izleyebilirdim. Spandauer Strasse'de ilerlerken bisiklet yolunun o geniş anayolda bile düzgünce ayrıldığını ve hiç bir sürücünün, o çizgileri ihlal etmediğini görüp memnun oldum. Berlin, Amsterdam kadar olmasa da, bisiklet sürmek için gayet elverişli bir şehirdi, ancak sele çok rahatsızdı be sevgili okur.

Alexanderplatz'a vardığımda bisikleti bir kenara kitleyip, kulenin çevresinde gezindim. Hediyeci dükkanlarından birine girip, kolleksiyonuma katmak üzere bir Berlin tabağı aldım. Bu esnada Haslet'le haberleşi Zoologischer garten'de buluşmak üzere sözleştik. Hala vaktim vardı, ben de haritaya bakmadan ara sokaklardan Brandenburg kapısına doğru ilerlemeye başladım. Önce Brandenburg kapısına uğrayıp oradan geçerek devasa bir park olan Tiergarten içinde kaybolup, Berlin'in simge yapılarından zafer heykeli Siegessaule'yi de gördükten sonra buluşma yerine gidecektim.

Strasse des 17. juni üzerinden zafer heykeline doğru ilerlerken sağ tarafta Sovyetlerin, ikinci dünya savaşında ölen askerlerin anısına yaptırdığı anıt duruyordu. Anıtın kenarındaki Tank ve ortasındaki top bataryaları her an tekrar çalışacakmış gibi duruyordu.

Tiergarten içinde bisiklet sürmek oldukça zordu. Bisikler ve yayalar için ayrılmış yolun döşemesi yoktu, sadece toprak üzerine biraz kum dökülerek yeşil alanlardan ayrılmıştı. Bir önceki gün yağan yağmur zemini, bisiklet sürmek için zor bir hale sokmuştu. Yine de yürümektense bisiketin üzerinde kalmayı tercih ettim. Hava oldukça güneşliydi ve parktaki kalabalık bu durumdan keyif alıyordu. Her ağacın altı doluydu. Kimileri, köpekleriyle oynuyor, kimileri sevgilileriyle ilgileniyor, kesinlikle sonradan pişman olacak bir kesim de güneşin altında uyuyordu. Aralarından acele etmeden geçtim, vaktim vardı ve bisiklet üzerinde hayatımdan memnundum, acele etmeye gerek yoktu. Parktan ayrılmadan yola çıkmadan ilerleyerek Zoologischer garten'a vardım. Bir iki dakika sonra Haslet de eşinin pembe bisikletiyle göründü.

Bana, ikinci dünya savaşında bir kısmı yıkılan, yıkık kısmını aynen bırakarak geri kalan kısmına ek yapılarla destekleyip kullandıkları kiliseyi göstermek istiyordu, ancak kilisenin bütün cepheleri kapatılmıştı, restorasyon yapılıyordu. 7 yıldır yaptığım bu gezilerde kimbilir kaç tane güzel yapıyı restorasyonlar nedeniyle görememiştim...

Bir süreliğine Zoologischer Garten'in çevresindeki, Tiergarten'in devamı olan parkta oturduk, Haslet'in getirdiği bira ve krakerleri paylaştık, sohbet ettik. Saat 4'e gelirken Kreuzberge dönmeye başladık, saat 6'da bisikleti teslim etmem gerekiyordu.

Haritayı cebime koydum ve Hasletin "bak bu park çok güzel" dediği bütün parkları, "bak bu caddeyi çok severim" dediği bütün caddeleri dolaşa dolaşa ilerledik. Yaşadığı şehri kişiselleştirmişti ve kendi kurtarılmış bölgelerini bana göstermek istiyordu. Bu çabasını takdir ettim ve yolumuz ne kadar uzarsa uzasın hiç sesimi çıkarmadan peşine düştüm. Arada kaybolduk, yolumuzu sorarak bulduk, bir ara bir Türk pazarına girdik, Abdullah Gül'le beraber gelen maliye bakanın da o esnada pazarı gezdiğini gördük. Pazarcılar "Türkiye seninle gurur duyuyor" sloganları atıyordu. Bunun bana  ne kadar absürd geldiğini nasıl anlatsam bilemedim sevgili okuyucu.

En son bulduğumuz bir kısa yolla saat 6'yı biraz geçe tekrar Kubi'ye dönüp bisikleti geri verdik. Net 5 saat, 30 kilometreye yakın bisiklet sürmüştük ve ben bir kaç gün oturamayacaktım.

Akşam planımız Rea'yla buluşup beraber suşi yemekti. Evet, daha önce hiç suşi denememiştim. Alte Schonhauser Strasse'deki Best Friends Sushi adlı güzel bir Japon restoranına gittik. Ortaya topluca bir şeyler istedik, Asahi diye oldukça hafif bir japon birası içtim. Ambians servis ve çalışanlar gayet iyi olsa da ne yazık ki sushinin bana göre olmadığını anladım. Olsun, en azından denedim.

Yemekten sonra bir şeyler içme planlarımız vardı ancak 5 saatlik bisiklet maratonunun yorgunluğu ve ertesi sabah 5 buçukta uyanıp Stockholm için havaalanına gideceğim gerçeği, hostel, yatak, uyku anlamına geliyordu. Ben de öyle yaptım

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder