25 Eylül 2010 Cumartesi

October Swimmer İtalya'da: Gün 6

16/09/2010 Roma-Trento

Venedik'e uçağım saat 16.05'te kalkacaktı. Çantamı odayı boşaltırken hostele vermiş, yük açısından rahattım. Şimdi muhtemelen son bir kez Roma'yı dolaşmak zamanıydı. Belki biraz da alışveriş yapardım.Roma'da, her zaman olduğu gibi, yine yürümeyi tercih ettim. Asıl ulaşmak istediğim yer, via del corso'ydu. Bu kez haritaya bile bakmadan bulmak istiyordum. Termini'den yeterince kuzeybatıya yürürsem zaten varacaktım. Öyle yaptım. Buldum.

Bu, 5 yıl önceki

Yapmak istediğim bir kaç şey vardı. İlki Piazza Venezia'da vittorio emmanuele heykelini karşıdan gören noktada, 5 yıl önce çektirdiğim resmin aynısını çektirmekti. Yaptım. Işık oldukça kötüydü, hava kapalıydı, 5 yıl öncesi gibi olmadı, ama yine de benim için önemliydi bunu yapmak.

Sonra Via del corso'da yürümeye, dükkanlara bakınmaya başladım. Genel olarak fiyatlar çok yüksekti, indirim mevsimini de kaçırmıştım. Tek bir sırt çantasıyla, büyük backpacklerden değil, bildiğin düz sırtçantasıyla seyahat ettiğimden sadece, evet sadece bir parçalık yer vardı çantamda. O yüzden oldukça seçiçi olmalıydım.

Bu da, yenisi

Bana yabancı gelen dükkanlara da girdim, burada en çok alışveriş yaptıklarıma da. H&M'in roma merkezde erkek dükkanının olmadığını öğrendim, Zara'da bir ceket görüp "nasıl olsa Türkiye'de aynısı vardır, oradan alırım" diye düşünüp, almadım(yokmuş aynısından). Armani'ye, Gucci'ye girip bir takım elbisenin aylık gelirimden fazla olduğunu gördüm, "Benetton, burada Türkiye'dekinden daha kaliteliymiş" dedim... Caddenin sonuna gelince(ki oldukça uzun bir caddedir) bir kez daha karşıya geçerek aynı yolu geri yürüdüm.

Sonuç olarak bir parça kıyafet alabilecektim, o hakkımı yeğenim için kullandım. Kenim için alışveriş kapısı bir açılsa, o tek bir parçayla yetinmeyeceğimi biliyordum. Annem babam ya da ablamdan birine bir şey alsam, diğerlerine de almam gerekecekti ve yine sırt çantası paradoksuyla karşı karşıya kalacaktık... Neticede yeğen her şeyin çözümü oldu. Bir de Roman Holiday'in bu kez daha küçük bir posterini aldım. İlk gün aldığım ve çantamda deforme olan büyük poster bir işe yaramayacaktı, bu ufaklığın ise bir şansı vardı.

Hala iki saatim vardı, ama o kadar enerjim yoktu. Hostele dönüp çantamı alıp, belki bir kahve içtikten sonra önce Termini'ye, sonra da hava alanına gitmeliydim. Via del corso'daki otobüs duraklarından birinde dakikalarca otobüs bekleyebilirdim, ya da çok uzakta olmayan Colosseum'a yürüyüp oradaki metro istasyonunu kullanabilirdim. İkinciyi seçtim.

Colosseum, çoğu insan için romanın simgesi olsa da, benim hiç ilgimi çekmemişti. 5 yıl önce de, şimdi de... Hele Amerika'lı turistler gibi, bir sürü para verip saatlerce kuyrukta bekleyip içini görmek arzusunda da hiç bulunmadım. Bu sefer de, diğer her görüşüm gibi, dışarıdan şöyle bir bakmakla yetindim.

...Uçağım Venedik'e indiğinde saat 17'yi geçiyordu ve bu, şehri gezmek için hiç vaktim olmadığı anlamına geliyordu. En azından bugün olmayacaktı Venedik. İlk otobüsle Mestre tren istasyonuna, oradan da ilk trenle trento'ya gittim. Yol üç saate yakın sürdü.

Tren istasyonunun çıkışında Sonia beni bekliyordu. Onu, en son 2207 gün önce Varşova, F. Chopin havaalanınında görmüştüm. 6 sene ne kadar da hızlı geçmişti... Sonia'dan daha sonra bahsedeceğimi belirterek devam edeyim.

Arkadaşı Alice ile beni Garda gölüne götürdüler. Hava oldukça soğuktu. Güneyin 30 derece civarından sonra bu dağlık kısmın 10 derece havası beni ürpertmişti. Kuzey İtalya'yı Trentino, Veneto ve Lombardia diye üç bölgeye ayıran bu göl genellikle Alman ve özellikle Avusturya'lı turistlerin uğrak yeriydi. Göl, şu an kendisini çevreleyen dağlarla beraber gece karanlığında yeterince korkutucu görünmesine rağmen, gündüz vakti saatlerce izlenebilecek sakinlikte olduğundan emindim. Alice ingilizce bilmediği için masadaki dil İtalyanca'ydı. Bir şeyler içtikten sonra artık Sonia'nın dağ evine gitmek vaktiydi.

Sonia şehre 10 dakika uzaklıkta ve yemyeşil tepelerin arasındaki vadiye bakan, güzelliğine rağmen ucuz kirasıyla(kendi evimle aynı) beni şaşırtan iki katlı bir evde oturuyordu. Ev, önünde küçük bir çeşmesi, sol tarafında ise organik domates yetiştirdiği küçük bahçesiyle herhangi bir pastoral resmin objesi olabilirdi. Böyle bir evde yaşamaya burun kıvırmazdım, özellikle bu tepeleri kar yağarken izlemek isterdim...

Eve girdikten sonra çok oyalanmadık, sabah erken kalkmak gerekiyordu. O hastaneye gidecek, ben de o çalışırken buraya 1 buçuk saat mesafedeki Verona'yı gezecektim. Akşam üstü ise buluşacaktık. Gün boyu yaşadığım yorgunluk, uyumamı kolaylaştırdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder