27 Eylül 2010 Pazartesi

October Swimmer İtalya'da: Gün 7


17/09/2010 Verona

Sabah, gözümün önünde bir karaltı görünce irkilerek uyandım. Uyuduğum odaya gelip 10 dakikadır beni uyandırıp, uyandırmamak arasında kararsız kalıp başımda bekliyormuş. Uyumak istiyorsam, bana evin anahtarını verebilir, ben de istediğim saatte çıkabilirdim, ya da o şimdi hastaneye giderken beni tren istasyonuna bırakacaktı. Saçlarımı kurutmadan uyumuştum, gece oldukça üşümüştüm ve şimdi kendimi aşırı yorgun hissediyordum. Yine de biraz daha uyumayı seçersem o gün evden çıkmayacağımı, çıkarsam da bir yeri göremeyeceğimi biliyordum. Çabucak giyinip hazırlandım. Saat henüz 7 iken evden çıktık.

Hastanesi tren istasyonuna oldukça yakındı, o yüzden direkt hastaneye gitmesini, oradan benim istasyona yürüyebileceğimi, hem ufak bir şehir olan Trento hakkında da böylece bir fikir sahibi olabileceğimi söyledim. Hastaneye varınca akşam görüşmek üzere vedalaştık. O akşama kadar çalışacak, ben de Verona'yı gezecektim, akşam üstü ise katedralin olduğu meydanda buluşacaktık.

Tren istasyonuna yürürken, bir kitapçıya girdim. Masumiyet Müzesi bitmişti, hala yapılacak yolculuklar vardı, ingilizce de olsa okuyacak bir şeyler almalıydım. Fitzgerald'ın The Great Gatsby'si takıldı gözüme, Sonia için Kara Kitap'ın İtalyancasına baktım, bulamadım. Meydana bakan kafede kahvaltı yaptıktan sonra artık devam edebilirdim.

Saat 09.48 trenine bindim, yeşil dağlar ve üzerindeki iyice aşağı inmiş bulutlarla her an seyirlikti. Yolculuktan keyif aldım, öyle ki Verona'ya vardığımda trenden inmek konusunda isteksizdim.

Tren istasyonundaki turizm bilgi bürosu kapalı olduğundan haritasızdım, istasyon duvarındaki şehir planına iphone'daki pusulayı tuttum. kuzeydoğuya doğru yürümem gerekiyordu. Eninde sonunda merkeze varacaktım, ki sadece 10 dakika yürümem gerekti. Ufaktan bir baş ağrısı başlamıştı.
İşte o duvar

Önce Arenanın olduğu kısımla başladım, sonra via mazzini'yi izleyip piazza del Erbe'ye çıktım. Verona'nın kendisine has mimarisi hoşuma gitmişti, ama doğru olmayan bir şeyler vardı, kendimi gereğinden çok yorgun hissediyordum. Bütün kemiklerim ağrıyordu. Yine de hala önümde saatler vardı, devam etmeliydim. Via capello'ya dönüp Juliet'in evini ziyaret ettim. Girişindeki kemerli koridorun duvarlarında aşk mesajları, isimler doluydu. Ev beni otantikliği açısından ikna etmedi, fazla turistlere yönelik geldi. Yine de inanmaktan başka çare yoktu.

Via stella'yı takip edip nehir kenarına çıktım, oturma ihtiyacı duydum. Bir süre oturup, bir önceki günü yazdım. Ufaktan yağmur çiselemeye başladı. Kalkıp yürümeye devam ettim. Dönüp önce Piazza independienza'yı sonra Piazza dei signori'yi gördüm. Kurulan ufak tezgahların birinden, meyve salatası aldım, biraz vitamin iyi gelebilirdi.

Nehir kıyısına geri dönüp, Preta köprüsüne dek, nehri izleyerek yürüdüm. Tekrar içeri tarafa yönelip, Duomo di Verona'yı, yani katedrali gördüm. Biraz daha yürüyüp bu kez S şeklinde kıvrılarak şehre giren nehrin batıdaki kıvrımına çıktım. Giderek kendimi daha kötü hissediyorum, halsizliğime dayanılmaz bir baş ağrısı eklenmişti, saatlerce yürümek de pek yardımcı değildi.

Saat biri geçmişti ve artık yemek yiyecek bir yer aramam gerekiyordu. Gezerken benim için restoran arama ayrı bir ritueldir, itinayla turistik meydan lokantalarından, turist menüleri sunan yerlerden uzak durup, inatla ara sokaklarda küçük ama sevimli bistrolar, trattorialar bulmaya çalışırım. Bu kez de nerdeyse bir saat kadar aradıktan sonra, nihayet oldukça mütevazi, masalarında "masa rezervasyonu, almıyoruz, ama isterseniz yer rezervasyonu alabiliriz" yazan, yani yabancı insanları aynı masalara oturtarak servis yapan bir restoran buldum.

Öğle yemeği menüsünde günün spaghettisini istedim-balıklı geldi- ufak bir yeşil salata ve su'dan oluşan yemek doyurucuydu. Hem de 8 euro, yani hesaplıydı. Masama oturttukları, orta yaşlarda bir bayan ve erkekle yemeğin sonlarına doğru muhabbete başladık, o da ancak benim garsondan kahve isterkenki aksanımdan italyan olmadığımı anlayıp, nereden geldiğimi öğrenmek istemeleriyle oldu. Türkiye , adamın 20 yıl önceki İstanbul ziyareti , kadının en yakın arkadaşının Türkolog olduğu ve neden/nerede italyanca öğrendiğim ile ilgili konuştuktan sonra onlara veda edip yoluma devam ettim.


Yemekten sonra kendimi biraz daha iyi hissediyordum ama artık teşhis açıktı, gribal bir enfeksiyon geçiriyordum ve sanırım ateşim de vardı. Bir eczane bulup parasetamol içerikli bir analjezik aldım ve piazza bra'dan Via Roma'ya sapıp, Scagliero köprüsünden karşıya geçtim. Tarihi cephaneliği gezdim. Karşı ve turistik olmayan tarafın sakin sokaklarında biraz dolaştım. Bulduğum ilk internet kafe'ye oturup bir saat kadar internette oyalandım. Hem o oturma hem de ilaç etkisini göstermişti kendimi daha iyi hissediyordum, öte yandan saat 4 olmuştu bile, tren istasyonuna gidip, dönüş trenine binmeliydim.

Tekrar Trento'ya döndüğümde saat 6 buçuk olmuştu. 10-15 dakika kadar meydanda Sonia'yı bekledim. İkimiz de aç değildik. Önce katedralin karşısındaki bi pasticerria'dan tatlı yedik. Hava iyice kararınca kalkıp biraz şehrin sokaklarını dolaştık, hayatlarımız hakkında konuştuk. 6 senede ikimiz de değişmiştik. O eski neşesini, o kıpır kıpırlığını kaybetmiş, daha depresif, hayata daha ciddi bakan biri olmuştu. Yıllardır ne ayrılabildiği ne de ilişkilerini daha ciddi yönde ilerletebildiği ve 40'ına yaklaşmış erkek arkadaşını anlattı, yine ayrı olduklarını, artık bir şekilde bunu çözmek istediğinden ve bu kapana kısılmış hissinden kurtulmak istediğinden bahsetti. Bana, hayatını olduğundan fazla dramatize ediyormuş gibi geldi, öyleydi de. Ona hayatında kötü giden hiç bir şeyin olmadığını, sağlıklı olduğunu, iyi bir işi olduğunu ve güzel bir bayan olduğunu(6 yıl önce daha güzeldi) bu kadar kafa yormasının, sorunlarının kendisinden daha çok zarar verici olduğunu anlatmaya çalıştım. Hak verdi, ya da en azından öyle göründü.

Sonra sıra bana geldi, işimi, ihtisasım bitince Diyarbakır'a dönüp yerleşebileceğimi, ilişkilerde dikiş tutturamamamı, ailemle ilişkilerimi anlattım. Hayattan ne istediğimi değil de, neler istemediğimi bildiğimi, bunun da oldukça negatif bir etki yaratıyor olduğunu söyledim.

En son 6 yıl öncesine döndük, birbirimize zaten hatırladığımız ya da hatırlamadığımız detayları, beraber geçirdiğimiz bir ayda ve sonrasında yaşadıklarımızı anlattık. Birbirimizin hayatlarında gerçekten iz bıraktığımızı, gidişatı etkilediğimizi gördük. Arada gözleri doldu, ağladı(her zaman çok kolay ağlardı zaten) Baş ağrım yine başlamıştı, ama eve dönmek istemiyordum. Aslında o bir kaç saat bitsin istemiyordum. Ona, artık karşı cinsten birine hissettiğim çekimi hissetmiyordum, yine de orada onunla kalmak, 6 yıl öncesinden, o 6 yıldan bahsetmeye devam etmek istiyordum. İkimiz de sürekli, programlanmış gibi bu ziyaretin ikimize de ne kadar iyi geldiğini söylüyorduk. İnsan bazen normal rutinini böyle istisnai deviasyonlarla bozmalı, hayatına küçük şoklar vermeli, zira devam etme motivasyonunu sağlamaya oldukça yardımcı oluyor, bu küçük şoklar...

Baş ağrım dayanılmaz hale gelince ve hatta titremeye başlayınca(ateşim çıkıyordu) eve döndük. Tahminim doğruydu, ölçünce ateşimin 38,5 derece olduğu ortaya çıktı. Bir şeyler yemeliydim, ama hiç iştahım yoktu. Sadece uyumak istiyordum. Bir hap daha alıp uyumak üzere yatağıma gittim. İki battaniye altında titreyerek ve ertesi gün iyileşeceğimi umarak uyudum.

1 yorum: